31 Ekim 2011 Pazartesi
Resimler, hayaller..
Bir şarkı gibi hayat aslında, uzun, eğlendirici, bazen hüzünlü, ağır, fakat bir o kadar da değişken. Bir ay önce yazdığım yazıları okuyorum şimdi tekrar, nelerden bahsetmişim, neler yazmışım. O anda neyin kafasını yaşıyormuşum.? Elbette biliyorum. Peki o zaman yazarken düşündüklerimle, şu anda düşündüğüm şeyler aynı olabilir mi? Bir kaç hafta da tamamen değişebilecek kadar neler yaşar insanoğlu? Bir konu hakkında düşüncesi hangi hızla değişir insanın. Mutlu olduğu anlarda performansı tavana vururken, hovardaca harcadığı enerjisine yanmaz mı morali çöktüğünde? Bir kaç haftadır Türkiye hali gibi benim de halim; yorgun, moralsiz, şevki kırılmış. Peki mutlu olduğumuz günlerde ortaya çıkardığımız işten memnun muyduk ? Elbette hepimiz için bir ders oldu yaşananlar, ama unutulacak, geriye izi bile kalmayacak yaşananların. Dün yok insan doğasında, yarın ise belirsiz, sadece bugün var hayatımızda. Zaman en acımasız ilaç yaralarımıza. Ne var ne yoksa süpürerek düzeltiyor her şeyi. Kurunun yanında yaş da yanıyor. Mutluluklarımızın, tatmin duygumuzun temelini dinamitleyip götürüyor hayatımızdan. Şimdi ne oldu, nedir sonuç yani dediğimizde, elimizde kalan koca bir hiç. Sonucun hiçbir değeri olmadığını anlıyor işte o zaman insan. Vakit kaybetmeden yeni yolculuğa çıkmak gerek o zaman. Soğumadan, arayı soğutmadan.
10 Ekim 2011 Pazartesi
Bilgisayar bitti, abaküs var
İlk insanlar mağarada hep birlikte yaşamanın verdiği işbirliği ile medeniyet dediğimiz gelişme seviyesini yakaladılar. İlk insanlar, taştan tekerleği bularak, daha hızlı bir şekilde bir şeyi başka bir yere götürülebileceğini buldu, böylece insanların mağaralarda birlikte yaşamalarına gerek kalmadı, çünkü rahatlıkla avlarını yiyeceklerini yaşam yeri kurmak için gerekli malzemeyi taşıyabiliyordu. Daha sonra matematik ile hesaplayıp, hem ekonomik hem de sağlam yapılar inşa etmeyi sağladılar. O gün hesaplama da kullanılan abaküs, bugün kullandığımız bilgisayarların atası olarak kabul ediliyor. Bugün ise baş döndürücü bir hızla teknoloji değişiyor, dün cep telefonu bizim için yeni ve ulaşılmaz bir teknoloji iken, şimdi tablet bilgisayarlar, akıllı telefonlar, cepten İnternet ile 24 saat dünyaya bağlı bir yaşam formu halini aldık. Her ne kadar hepimiz için bu durum işlerimizin çok hızlı bir şekilde halledilmesi için mükemmel bir araç olarak görülse de, günlük hayatımızı, ilişkilerimizi, sosyal çevremizi saran müthiş bir devrim haline geldi. Eğer bu devrimi iyi okuyamazsak, doğru yönlendirmezsek çocuklarımıza hatta torunlarımıza kadar gidecek bir kaos ortamının içine çekileceğimiz bir gerçek. Sosyal yönden internete bağımlılık yanında, İş hayatı açısından İnternet kesilince hiçbir şey yapamaz hale gelen iş yerleri çok da uzağımızda değil. Dün İnternet kafe bulup chat yapmak için insan arayanlar, şimdi cepten, tabletten her yerde her an İnternet'te online olup, herkesin binlerce kez paylaştığı şeylere gülmekten başka bir şey yapmaz hale geldi. Benim yorumum "online bir yalnızlık" halinde İnternet. Bir bıkkınlık ve bezmişlik hakim tüm online insanlara. Facebook duvarına "tuvaletteyim" yazan insan kadar doğallık kalmadı hayatımızda. Milyonlarca yıl önce insanları mağaradan dışarı çıkarıp ayıran tekerlek ve abaküs'ün bulunması gibi, İnternet ve online yaşam insanları ayırmakta parçalamakta. Teknolojinin gelişmesinin durdurulmaya çalışılması elbette bu saatten sonra mümkün değil ama, en az yıkım ile bu dönemin atlatılması için hepimize küçük görevler düşüyor. En önemlisi İnternet'i işlerimizin bir parçası olarak kullanmak, ona teslim etmemek, İkincisi sosyal hayatımızı internete mahkum etmemek, İnternet'i sosyal hayatımıza yardımcı olarak görmek. Üçüncüsü ve bence en önemlisi, binlerce kez paylaşılmış şeyleri tekrar etmektense, yeni bir şeyler sunmak için İnternet'i kullanmak ve eğer illa gerekliyse, alıntıladığımız yeri-kişiyi belirtmek. Korkarım ki teknolojiyi bu hızla tüketmeye devam edersek hepimiz için abaküs alma zamanı yakındır.
25 Eylül 2011 Pazar
Aşk üzerine
Yazması zor bir konu "Aşk", üzerine milyonlarca, belki milyarlarca kitap yazılmış, şiir söylenmiş, şarkı yapılmış. Her sorduğunuz insana farklı bir halde kendini tasvir ettiren duygu. Gece yarısı treniyle gelir bazen aşk, yalnızlığınıza kurtarıcı olur,adınız zebercet olur, kitap olursunuz. Bazen yasaklanır, Aşk-ı memnu olur, dizi olur, ağlatır sizi. Bazen Mevlana'nın Şems'e aşkı gibidir sizin ki, yıllarca sohbet etseniz doyamazsınız. Bana en çok etki edeni Leyla ile mecnun'un hikayesidir. Bu Orhan Gencebay ile Fatma Girik'in oynadığı filmin hikayesinden biraz farklı bir öyküdür;
"Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır.
Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Gün geçtikçe alevlenen
bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha dışarı göndermez.
Kays Leyla'yı her zaman buluştukları yerde göremeyince üzüntüden çılgına döner,
başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar. Kays'ın bu Mecnun halini öğrenen bölgenin vali'si Leyla'nın ailesiyle konuşmak ve Kays'ın durumunu anlatarak onları ikna etmek için Leyla'nın ailesinin evine gider. Vali'ye kahve pişiren Leylayı görünce vali şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez ve doğru Kays'ın yanında alır soluğu. " Evladım Kays, Leyla'nın evine gittim kendisini gördüm. Leyla dediğin kız bizim buralarda yüzüne bakılmaz, evde kalmış kızlardan daha kara kuru, incecik bir şeye benzemez bir gariptir. Sen ki yakışıklılığı ile bu diyara nam salmış bir yiğitsin, gel vazgeç şu inadından, sözdür sana bu, diyarımızda beğendiğin budur dediğin, ahu gözlü kalem kaşlı tüm tazeleri önüne sereyim, seç içinden gönlünün istediğini." Kays'ın sözleri bir ok gibi sert ve hızla çıkar ağzından ; " Ey vali bey, sevdiğim biriciğim Leyla'ya laf edersin, çirkin dersin, söyle bana ey kendini bilmez, sen benim Leyla'mı gördüğüm gibi baktın mı Leyla'ya, benim gördüğüm gibi gördün mü onu. Şimdi tüm kızları sersen önüme bir Leyla'nın bir saç teline değişir miyim sanırsın.?" Vali'nin pes edip gitmesinden sonra, Leyla Mecnun'u aramak için çöle gelir, fakat geç kalmıştır, Kays çöllerde aşkından Mecnun olmuştur, tanımaz Leyla'yı. Bir süre sonra Leyla aşkından ölünce, Mecnun kabri başına gelerek orada ölür.
Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Gün geçtikçe alevlenen
bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir.
Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha dışarı göndermez.
Kays Leyla'yı her zaman buluştukları yerde göremeyince üzüntüden çılgına döner,
başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar. Kays'ın bu Mecnun halini öğrenen bölgenin vali'si Leyla'nın ailesiyle konuşmak ve Kays'ın durumunu anlatarak onları ikna etmek için Leyla'nın ailesinin evine gider. Vali'ye kahve pişiren Leylayı görünce vali şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemez ve doğru Kays'ın yanında alır soluğu. " Evladım Kays, Leyla'nın evine gittim kendisini gördüm. Leyla dediğin kız bizim buralarda yüzüne bakılmaz, evde kalmış kızlardan daha kara kuru, incecik bir şeye benzemez bir gariptir. Sen ki yakışıklılığı ile bu diyara nam salmış bir yiğitsin, gel vazgeç şu inadından, sözdür sana bu, diyarımızda beğendiğin budur dediğin, ahu gözlü kalem kaşlı tüm tazeleri önüne sereyim, seç içinden gönlünün istediğini." Kays'ın sözleri bir ok gibi sert ve hızla çıkar ağzından ; " Ey vali bey, sevdiğim biriciğim Leyla'ya laf edersin, çirkin dersin, söyle bana ey kendini bilmez, sen benim Leyla'mı gördüğüm gibi baktın mı Leyla'ya, benim gördüğüm gibi gördün mü onu. Şimdi tüm kızları sersen önüme bir Leyla'nın bir saç teline değişir miyim sanırsın.?" Vali'nin pes edip gitmesinden sonra, Leyla Mecnun'u aramak için çöle gelir, fakat geç kalmıştır, Kays çöllerde aşkından Mecnun olmuştur, tanımaz Leyla'yı. Bir süre sonra Leyla aşkından ölünce, Mecnun kabri başına gelerek orada ölür.
Leyla çirkin midir.? Ya da Mecnun'a göre mi güzeldir. Ya da Aşk var mıdır.? Yada Mecnun'un Leyla'ya olan aşkı mı vardır.? Bütün bunlar kafamızı kurcalar. Sahi "Aşk" neydi.?
13 Eylül 2011 Salı
Ah, o yasak meyve
Adem'in Havva'nın hikayesini duymamış olabilirsiniz;
Tanrı, önce Adem ile Lilith'i yaratır. Ama bu ikisi birbirine yapışık,tek bir varlıktır, sonra Tanrı ikisini ayırır, erkek olanı "Adem", dişi olanı da "Lilith" olur. Ama ikisi de başlangıçtan beri aynı olduklarından birbirlerine üstünlükleri yoktur, eşit güçtedirler.Lilith cinsel ilişki sırasında üstte olmayı ister, Adem buna bozulur ama Lilith diretir, ne de olsa ikisi de eşittir. Tanrı'da Adem'in tarafını tutar ve Lilith cennetten kovulur (o da gider İblis'le beraber olur, bir sürü Şeytan'in doğumuna sebep olur ) ama Adem yalnız kalır, Tanrı'dan başka bir eş ister. Tanrı, Adem bir gün uyurken, onun kaburga kemiğinden Havva'yı yaratır. Daha sonra Lilith yılan kılığına girerek Havva'yı Ademle birlikte yasak elmayı yemeleri için kandırır. İnsanlığın çilelerle dolu dünya sürgünü böylece başlar. Kaderimiz o günden beri daimi olarak aynı düzende devam ediyor. Mutsuzluklarımız olmasa, mutluluğun değerini bilemeyeceğiz. Bir eşimiz olmadığı sürece kendimizi yalnız hissedeceğiz . Bir eşimiz olduğunda ise onu aldatmayı ya da ona karşı üstünlük kurmayı isteyeceğiz. Kandırılmayı istemesek de, hırslarımıza, merakımıza yenileceğiz. Kalkmayı başardığımız anda yeniden düşeceğiz. Hayatımız boyunca Adem ile Havva'nın ilk günahları boynumuzda olacak. Kaderimiz en başta yazılmış durumda, biz ne yaparsak yapalım sonuçta aynı yere döneceğiz. Güç, para , hırs bunlar bizi bir yere kadar idare edebilecek. Hanginiz şu anda Vehbi Koç veya Sakıp Sabancının yerinde olmak isterdiniz. ?Adem 930 yıl yaşadı ve sonunda öldü. Zengin ve ölü olmak mı, fakir ve yaşayan olmak mı istersiniz.? Bir şeyin değerini neye göre tayin edersiniz.? Güç ve para uğruna kaç kişinin üstüne basmayı kabul edersiniz.? Dünyanın gelmiş geçmiş en zengin insan Karun ülkesinin yıkıldığını, servetinin yok olduğunu görerek öldü. Değer verdiğiniz şeylerin gerçek değerini, bir kez daha kontrol edin, eminim ki o yasak meyvenin tadını onlardan birinde bulacaksınız.
11 Eylül 2011 Pazar
Yokuş aşağı
Hayat yokuş aşağıya giden frenleri patlak bir kamyona benzer, er yada geç bir nihayete erecektir. Peki bize düşen nedir bu yolda? Adımızın sonsuza kadar yaşaması için erkenden canımızı vermek mi ? Peki ya hayat bize hep kötü mü davranır?
Zamanın birinde tek bir penceresi olan bir odada hapis kalan bir kız varmış, babası onu yaşamın tüm kötülüklerinden korumak için ne eve okunacak bir kitap, dergi, gazete alırmış, ne de kızla konuşsun diye bir arkadaş edinmesini istermiş. Kızının sorduğu soruları sadece kendi ve karısının cevaplamasını istermiş. Dışarıya baktığı pencereden bir yol ve karşıda dağlar görünürmüş. Tüm gün boyunca gelip geçen arabalara bakar, bir gün onlar ile gezebileceği günleri hayal edermiş. Arabanın içinde yaşananlarla ilgili kendince yüzlerce hikaye yazar, hepsinin içinde de kendine bir rol yazarmış. Bir gün hastaneye yetiştirmek zorunda olduğu bir hastası olan hemşire, bir gün bir suçluyu idama götüren bir cellat olurmuş hikayelerinde.Babası, annesi ne kadar anlattıysa hayatı da rolleri de o kadarmış. Bir gün annesi akşam yemeğini getirip biraz sohbet ettikten sonra uyumaya gittiğinde kapıyı açık unutmuş. Kız tüm saflığı ile gidip annesini uyandırmakla, dışarıdaki bilmediği hayata göz atmak arasında kalmış. Sonunda dışarısı daha cazip gelmiş. "Bir göz atar, geri gelirim" demiş kendi kendine. Yola doğru çıkarak gelen ilk arabayı gözüne kestirmiş. Kendisi gibi, arabanın ve içindekilerin korkmaması için kenarda saklanmış ve tam araba yaklaştığında önüne çıkarak bağırmış "beni de alın" bu sesle birlikte acı bir fren ve kızın cansız bedeni yola boylu boyunca serilmiş. Fren sesi ile dışarıya çıkan anne ve baba kızın cansız bedeni yanında ağlamaya başlamış. Adam; "kapıyı niye açık bıraktın dikkatsiz kadın, senin yüzünden öldü gözüm gibi baktığım biricik kızım" diye haykırıyor muş. kadın ise; " Talihsiz kızım, kırk yılda bir geçen arabanın ezebileceği kadar talihsiz kızım benim" diye feryat ediyormuş. Ertesi gün orada yaşayanlar ise; " hiç dışarıya çıkarılmadı tabi kafayı yedi atladı arabanın önüne" diyorlarmış.Gerçekte ise, kızın hayatı orada son bulmuş, tüm koruma çabaları ise boşa gitmiş.
Kızın hayatı sadece o pencere idi, küçücük, başka hiçbir yeri görmeyen pencere. hayatımızın pencereleri gibi. belki o kızın kadar küçük değil bizimkiler, ama yine de bir pencere. Hayat yokuş aşağı giden bir kamyon gibi er ya da geç bir yerde bitecek. Ve ne kadar büyütürseniz pencerenizi o kadar çok şey göreceksiniz.
Dipnot: Yazıyı okurken alttaki şarkıyı dinlerseniz iki kat etki yaratıyor yazı.Ben yazarken öyle yaptım.
Zamanın birinde tek bir penceresi olan bir odada hapis kalan bir kız varmış, babası onu yaşamın tüm kötülüklerinden korumak için ne eve okunacak bir kitap, dergi, gazete alırmış, ne de kızla konuşsun diye bir arkadaş edinmesini istermiş. Kızının sorduğu soruları sadece kendi ve karısının cevaplamasını istermiş. Dışarıya baktığı pencereden bir yol ve karşıda dağlar görünürmüş. Tüm gün boyunca gelip geçen arabalara bakar, bir gün onlar ile gezebileceği günleri hayal edermiş. Arabanın içinde yaşananlarla ilgili kendince yüzlerce hikaye yazar, hepsinin içinde de kendine bir rol yazarmış. Bir gün hastaneye yetiştirmek zorunda olduğu bir hastası olan hemşire, bir gün bir suçluyu idama götüren bir cellat olurmuş hikayelerinde.Babası, annesi ne kadar anlattıysa hayatı da rolleri de o kadarmış. Bir gün annesi akşam yemeğini getirip biraz sohbet ettikten sonra uyumaya gittiğinde kapıyı açık unutmuş. Kız tüm saflığı ile gidip annesini uyandırmakla, dışarıdaki bilmediği hayata göz atmak arasında kalmış. Sonunda dışarısı daha cazip gelmiş. "Bir göz atar, geri gelirim" demiş kendi kendine. Yola doğru çıkarak gelen ilk arabayı gözüne kestirmiş. Kendisi gibi, arabanın ve içindekilerin korkmaması için kenarda saklanmış ve tam araba yaklaştığında önüne çıkarak bağırmış "beni de alın" bu sesle birlikte acı bir fren ve kızın cansız bedeni yola boylu boyunca serilmiş. Fren sesi ile dışarıya çıkan anne ve baba kızın cansız bedeni yanında ağlamaya başlamış. Adam; "kapıyı niye açık bıraktın dikkatsiz kadın, senin yüzünden öldü gözüm gibi baktığım biricik kızım" diye haykırıyor muş. kadın ise; " Talihsiz kızım, kırk yılda bir geçen arabanın ezebileceği kadar talihsiz kızım benim" diye feryat ediyormuş. Ertesi gün orada yaşayanlar ise; " hiç dışarıya çıkarılmadı tabi kafayı yedi atladı arabanın önüne" diyorlarmış.Gerçekte ise, kızın hayatı orada son bulmuş, tüm koruma çabaları ise boşa gitmiş.
Kızın hayatı sadece o pencere idi, küçücük, başka hiçbir yeri görmeyen pencere. hayatımızın pencereleri gibi. belki o kızın kadar küçük değil bizimkiler, ama yine de bir pencere. Hayat yokuş aşağı giden bir kamyon gibi er ya da geç bir yerde bitecek. Ve ne kadar büyütürseniz pencerenizi o kadar çok şey göreceksiniz.
Dipnot: Yazıyı okurken alttaki şarkıyı dinlerseniz iki kat etki yaratıyor yazı.Ben yazarken öyle yaptım.
30 Ağustos 2011 Salı
Bu bayram..
Bugün bayram, hemde doğum günüme denk gelen bir bayram, 30 ağustosu saymıyorum, çocukluğumdan beri sanki doğum günümü kutluyorlar mış gibi sevinmemin şimdi ne kadar saflık olduğunu gördükçe, şimdi o günlerin acısını çıkarırcasına Zafer bayramı bana uzak geliyor. 23 nisan; çocuk bayramı, 19 mayıs; gençlik bayramı, 30 ağustos'ta doğum günümün bayramı gibi gelmiştir bana. 23 nisanda okulun törenlerinde sahneye çıkarken, gösterileri izlerken tattığım coşku, orta okul, lise çağlarında, 19 mayısta stadyum'da yaptığımız, izlediğimiz gösterilerde yaşadığım heyecan, 30 Ağustos'ta pastadaki mumları üflerken yaşadığım mutluluk, bir daha geri getirilemez gibi duruyor. Oysa ki o günler ne kadar eğlenceliydi, sanki hayat boyu böyle sevinçler heyecanlar sürecekmiş gibi gelirdi.
Paul Bowles'un Çölde Çay kitabında yazdığı gibi; "İnsanın ruhu vücudunun en bitkin parçası. ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için hayat sonu olmayan bir yolmuş gibi geliyor bize." Bugün ise sonsuz bir sıkkınlık hissi var sadece, belki biraz sonra bir pasta keseceğim, belki çılgın bir partinin ortasında bulacağım kendimi. Kendimi iyi hissetmem bir sonraki doğum günüme kadar sürecek mi? En önemlisi o günlerde yaşadığım, bugün bile hatırladığım bayramlar gibi hissettirebilecek mi? Nerede o eski bayramlar gibi klasik bir sonuca ulaşmayacağım. Değişen hiç bir zaman bayramlar olmadı çünkü, sokakta neşe içinde koşuşturan kapıma gelip el öpme yarışına giren çocuklardan anlayabiliyorum bunu. Sonuçta değişen biziz, duygularımız, düşüncelerimiz, benliğimiz değişiyor. Herakleitos'un dediği gibi " Aynı nehirde iki kere yıkanamazsın" Dün bayramları en temiziyle, en safıyla yaşıyordum, bugün ise; en hüzünlüsünü, en sıradan halini. Belki de ileride bugünlerimi hatırlarken " Ne muhteşem günlerdi" diyeceğim. O sebeple şu anda yapabileceğim tek şey var. Sağ olduğuma, sağlıklı olduğuma şükretmek ve en mutlu olduğum anlarımın tadını çıkarabilmek. Her günümüz böyle bayram gibi geçsin.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
Ortamda kaybolmak
Bir sıkıntıdır ortamda kaybolmak. Özellikle yabancı olduğunuz bir ortamda bulunuyorsanız, yapılan şakalar, konuşulan konulardan hiç bir şey anlamıyorsanız, ortamda kaybolmaya mahkumsunuz. Sizi oraya getiren arkadaşınız, akrabanız, kankanız bile olsa bir anda size sırt çevirir. Çabuk kaynaşan girişken bir haliniz yoksa sizi aralarına almaları uzun sürecektir. Hele ki bu arkadaşlıklar eskiye dayanıyorsa işiniz iyice zorlaşacaktır. Söyleyeceğiniz en ufak bir sözcük, bir mimik bile ortamda buz gibi bir hava esmesine ya da sizi ortamın maymunu, alemin alay konusu yapmaya yetecektir.Tek yapmanız gereken size bir pas atılmadıkça susmak ya da gerçekten ne konuşulduğundan emin olunca atağa geçmektir. Bir ruh gibi hissedersiniz kendinizi, sanki oraya ait değilmiş de rastgele orada bulunuyormuş gibi bir his. Ben ise bu gibi durumlarda kendime konuşulanlardan bir konu seçerek aklımı oraya vermeyi seviyorum. Yani konuyla, ortamla, konuşulanlarla ilgisini kurduğum bir film veya kitabı düşünerek, kendi kendime bir akıl oyunu oynuyorum. hoş ama bir o kadar da riskli bir durum. Beni o anda eğlendirebilecek, aklımı toparlamama yardımcı olabilecek tek yol bu. Örneğin bir ortam hayal edelim, benim yeni tanıştığım iki arkadaş masada kendi aralarında konuşuyor. A : - "Metin ne yapmış duydun mu Duygu'ya ayrılma mesajı atmış, ertesi gün pişman olmuş ve tekrar birleşmek için mesaj atmış." B: "Vay be peki Duygu ne yapmış. ?" A : "Ne yapacak, tabi ki kabul etmemiş, süründürecek. "B: "Haklı tabi sen o kadar peşinden koş sonra hop ayrılık mesajı, yazık valla kıza, ne yapsa haklı, sen ne dersin. ? "Ben: "Cep telefonu özgürlüğü kısıtlar." (İncir reçeli) Bu konuyla en alakalı örnek . Belki o anki ruh halimde "-incir reçeli güzeldir," bile diyebilirdim. Bu durumda ortamda sevilen biri yapar mı bu beni ? Tabi ki hayır, hatta çok bilmiş, ukala damgası yemem an meselesidir bu durumda, fakat söyleyebileceğim şeyler kısıtlıdır o anda. düşünebileceklerim o anki ruh halim ve kafamdan geçenlerle sınırlıdır. İnsan kimseyi ortamda kaybetmesin.
22 Temmuz 2011 Cuma
Aslında bir konu var.
Uykusuz, basit, yalnız, boşuna çaba..Ucuz ve yalın olma hayali. Kızgın surat, saf öfke. Sıcak hayat, boş surat.hiçlik içinde çokluk, yokluk içinde zenginlik. Ama bazen gereken birazcık uyku, çünkü bütün isteğim buydu...
Ağzına kadar dolu otobüs, boş metro. Bıyık bırakan kızlar, ağdalı erkekler. Bütün bunlar hayat. Sen olsan da, olmasan da oradalar. Yaşam gelip geçecek, ne kadar sürer bilinmez ama, bitene kadar sonsuz döngü. Doğum, yaşam ve ölüm. Basit ve kaygısız, başka hiç bir şeyle karşılaştırılamaz. Hayata dair yazmalı buraya sadece, bunun dışındakiler benim konum değil. O zaman şöyle başlamak gerek ilk yazıya " Aslında bir konu var, neden konuşamayız.
Ağzına kadar dolu otobüs, boş metro. Bıyık bırakan kızlar, ağdalı erkekler. Bütün bunlar hayat. Sen olsan da, olmasan da oradalar. Yaşam gelip geçecek, ne kadar sürer bilinmez ama, bitene kadar sonsuz döngü. Doğum, yaşam ve ölüm. Basit ve kaygısız, başka hiç bir şeyle karşılaştırılamaz. Hayata dair yazmalı buraya sadece, bunun dışındakiler benim konum değil. O zaman şöyle başlamak gerek ilk yazıya " Aslında bir konu var, neden konuşamayız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)